MUTLU AYAKLAR
İlk dansımı,
annemin halası tarafından kuzen çocuğunun düğününde bir kızla, ikimizin de eli
omzumuzda etmiştim, sene 1992. O zaman Chuck Bess yok, birkaç asırdır yaşadığına
inanılan John Travolta var. Ha bir
de dansının “kirli” olup olmadığının
tartışılmasının bitmediği Patrick Swayze,
hayran hayran kıvrımlı hareketlerini seyredebileceğin. “Dirty Dancing” filminin üzerinden sadece 5 sene geçmiş ve o
zamanlar pürüzsüz bacaklar için bu kadar epilasyon reklamın olmadığı dönemlerde
kadınlar, uçuşan Jennifer Grey eteklerinden giyemiyorlar diye hasetteler. Kliplerin esinleneceği esaslı dans filmlerinin
ve müzikallerinin pür-i pak hallerinin yeni çekildiği dönemler yani.
John Travolta demişken, daha 1977 yılından hafif
bir kırgınlığım var ona. Benim kahramanım, canım babam bile “Saturday Night Fever” tarzı
pantolonlardan almış, annemi tavana atıp kah tutuyor kah tutamıyordu. Filmlerin hayatı etkilediği hepimizin kabulü,
gel gör ki, John Travolta’nın erişilemez
kıvraklığı, estetik figürleri, karşındaki kadının kollarında eriyip dans
pistine akmasıyla yarışılmayacağını da gönül rahatlığıyla kabul etmeliydi
emekli babam. Bugüne kadar sergilenen dans figürlerinin %86.45’ nin bu filmden
alındığını hepimiz biliriz. Biliriz de kendi esnekliğimize bakmadan fütursuzca
göbeklerimizi titreterek gireriz bu ahenge.
Sevgi
trenine dönmeden biten hiçbir gecemiz yokken dans pistlerinde, 50’liler
ve60’lara gerekli özeni ve sevgiyi vermediğimiz için lanetlendiğimizi
düşünüyorum. Çünkü hem 1952’de çekilen “Singing
In the Rain” hem de 1961’de vizyona giren “West Side Story” o dönemin genç kızlarına geçilen açık seçik bir
iltimastır. Bir erkeğin elektrik direğine tırmanmış halinin de çok seksi olabileceğinin
de kanıtıydı Gene Kelly. Atomun
parçalanması bile daha kolay geliyordu bana, ayakkabıların altındaki tahta
bölümün çıkardığı sesin ahenkli bir dans müziğine dönüşmesinden. Bütün
yakışıklılığıyla ayaklarını yere vura vura konuşması o zamanın kadınlarındaki
topuklu ayakkabı sevdasını körüklemedi mi sizce? “West Side Story” de iki farklı kutbun arasındaki kan davasının bile
dansla anlatılmasını hop diye Dünya barışına bağlardım ama gerek yok! Oradaki
dost- düşman herkesin ortak ettiği dans sahneleri hepimize yeter bence, mesajı
almaya niyetimiz varsa.
Sinemayla
dansı buluşturan akıllı beyinler, erkekler için en etkileyici kozunu ise
1983’de Jennifer Beals ile kullanmıştı.
“Flashdance” azmettirici hikayesiyle
kadınları, oturdukları yerden sadece pazartesi diyeti gibi tek günlüğüne
kaldırsa da, erkekler için unutulmaz sahnelere sahiptir. Kaynakçı olarak
çalıştığı fabrikada sivrilen asi kızımız, her hallerinden iyi aile terbiyesi
aldığı belli olan balerin grubunun arasından sıyrılıp hırçın dansını yapmaya
başlıyor ve tabi ki akademideki tüm erkek jüriler teker teker mest olurken,
para kazanmak için çıktığı gece kulübündeki ıslak şovuyla şehrin geri
kalanındaki erkekleri hipnotize ediyor.
Flashdance’in bir tık öncesinde, çok daha büyük
kitleleri hipnotize eden başka bir film daha vardı. Deri ceketli, saçları
jöleyle arkaya doğru taranmış, ve o bütün karizma içinde beyaz çorabın bile
bazen göz ardı edilebildiği jilet gibi çocuklar bir tarafta, kabarık etekleri
asla sağa sola takılmayan, maksimum 36 beden, havada 3lü salto attıktan sonra
bile saçı başı dağılmayan kuğu gibi kızlar bir tarafta desem? Evet Grease’den bahsediyorum. 1978 yılında moda ve müzik adına yapılan ne
varsa yıkıp geçen, müzikleri ve karakterleriyle henüz kendisine rakip
bulunamamış çok renkli müzikal. Öyle ki filmdeki dans sahnelerinin etkisi ile
yurdum insanın dans pistinde kadınları havaya atıp tutması olsun, döndürüp
yatırıp kaldırması olsun , rock N roll hareketlerinin seriliği ile hafif, orta,
ve ağır yaralı gecelerin müsebbibidir. Kendinden menkul beyaz çorabına kılıf
bulan erkeklerimizin tek umudu da acilde yatan zevcelerinin sedyede elini
tutmak ile suya düşmüştür çoğu buluşmada.
Grease efsanesinden 2 yıl sonra, beni
dansçı olmanın ilk kuralının tozluk takmak olduğuna inandıran ama müziğiyle en
umutsuz vakayı bile dans ettiren diğer bir film ise tabi ki şöhret meraklıları
için geliyor: “Fame”. Obeziten bi alt kategori olan biz fanileri çatlamak
için her şeye sahip olan, güzel sanatlar fakültesi öğrencilerinin 4 yıllık
eğitim hayatlarında yaşadıkları sıkıntıları, sevinçleri ve birbirinden kıvrak
figürlerle dolu müzikal, o zamanın izleyicilerinin çok ilgisini çekmese de
yıllar içinde kült filmler kategorisine sinsi bir geçiş yapmıştır.
Peki, birbirinden sinsi ve bir o kadar da güzel
kadınların bir araya gelip de, revü dansını en hiddetlisinden ortaya sermeleri
etkilemedi mi biz sanat düşkünlerini! Kimse itiraz etmesin! Sosyo - ekonomik düzeyiniz hiç fark etmez, ortak
bir yabancı dilden cümlemiz varsa o da “Voulez vous coucher avec moi ce soir?”
dir. Telafuzu iyi olmayanlar için “Vu le vu kuşe avek mua sesua?” Bunu sadece
tek bir film yaptırabildi, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan “o”
günlerde! Moulin Rouge denince
birbirinden estetik dans hareketlerinden önce bu cevap gelir, çat diye. O
muntazam bacaklarını kafalarının yanına kadar hiç zorlanmadan çıkaran revü
kızlarının etkisi sadece filmin gişe başarıyla değil senelerce konuşulacak
sohbetlere dahil olacaktır. Çünkü perde de gördüğümüz sadece düzgün vücutlar
değil estetik kaygısı çok yüksek bir dans kokteylidir. Bu öyle bir kokteyl ki
seneler sonra Chicago’ya emsal
teşkil edip dünyanın en güzel kadınlarını tekrar revü sahnesine korkusuzca
itmiştir.
Yıllar acımasızca 90’ları delip geçtiğinde dansa olan tutku
azalmış gibi görünse de, albümlerdeki başarısını sinema perdesine yansıtmak
isteyen Jennifer Lopez, tüm orta yaş
ve genç kızlıktan hafif uzaklaşmış kadınların hayranı olduğu Richard Gere ile oynadığı “Shall We Dance” filmiyle dansa küsmüş
kanımızı yeniden kaynatmak peşindeydi. Dansçılıktan geldiğini üzerine basa basa
anlatan Jennifer Lopez’in o dönemdeki hit şarkısı “I’m Glad” e çektiği klibi de “Flashdance” e ithaf etmiş ve en az film kadar
başarılı bir klibe imza atmıştır.
Bu kadar
film ve güzel müziğin ardından, bunun zehrini bir kere aldıktan sonra sürekli
hale getirmeyi boynunun borcu bilen bir ekip, 2009’dan beri canla başla müzikal
sınıfını tekrar canlandırmak için çalışıyor. Glee heyecanını yansıtmanın en iyi yolunun gerçek müzikal
oyuncularından seçmek olduğunu düşünmüş olacak ki yapımcısı Ryan Murphy, 3
ayını Broadway’de geçirip tek tek kadrosunu oluşturmaya başladığında, “Hairspray” müzikalinin başrol oyuncusu “Matthew Morrison” ile puzzle’ın eksik
parçası tamamlayıp, kanların deli akışını başlattı.
Sanmayın ki bu dünyanın derdi sadece vücut ateşini bastıran
disko dansları, ruhunuzun derinliklerine parmak uçlarıyla girebilecek zarafette
bir kuğuya gönlümüzü kaptırdık 2010’da. “Black
Swan” Natalie Portman’da vücut
buldu, o görkemli sahneler küçük kaldı, küçücük kızın ayaklarının altında. Ben
bütün servetimi başrolün zaten balerin olduğuna yatırabilirim bahiste, bu kadar
yetenek bir oyuncu için bile fazla çünkü. Eşlerinin zoruyla baleye giden
erkekler için yeni bir heves yeni bir istek kazandıran “Black Swan”, unutulmuş dansların yeniden gün yüzü görmeleri için
bir fırsat olmuştur.
Kuğudan aldığın hazla taytını giyip baleye mi yeltenirsin,
yoksa sevişmek üzereyken vazgeçip dansa başlayan tangocuların arasına mı
atarsın kendini, ya da sevgilinin kollarında kare çizerek valsle mi dönersin
salonu baştan sona, yoksa diskoların en çılgın figürleri internete mi düşer
senin sayfanda bilmem. Bir şey biliyorum ki, bugün bir penguen bile dans ettiği zaman mutluysa, dans
etmezsen ruhun ölür, bedenin çalışsa da.
46 Magazin
0 yorum:
Yorum Gönder