BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS »

21 Aralık 2012 Cuma

Öfke




Öfkeme güvenirim ben. Mutasyona uğramış iyiliklerden daha samimidir. Bana tiyatrodan bahsetme, sahteden sevenlere konservatuar açıldı da gitmediler mi? Sen çıkarsız neyi sevebildin ki bu güne kadar, bana aşktan bahsetme, içindeki kötüyü başka kötü bir bedenle nötrlemeye çalışmadın mı? Eksiyle eksiyi çarparsan artıyı bulursun da, aklayabileceğini kim söyledi?

Çıkarsız bir ilişki türü söyleyebilir misiniz bana? Bana geri dönmeyen sevginin dik alasına söveyim.  Anneni sevmeye başladığında tanıyor muydun ki, tanımadan sevmeyi nereden öğrendin? Söylentilere hiç kulak asmadım ben, yok herkes doğduğunda temizmiş, yok büyüdükçe öğrenmişim kötülüğün ne olduğunu. Sen sıkıldığında anneni teklemekle başladın bu hikayeye, bana masal anlatma. Belgesel izlediğinde küfrettiğin hayvanlar var ya hani avının boynunu tek hamlede koparan, onlar canı tehlikede değilse saldırmadı hiç sağa sola. Sen hiç kabilesine sinirlenip ormanı ateşe veren aslan gördün mü? Ya da başkasıyla muhabbet eden dişi ceylanı 52 yerinden bıçaklayan erkek ceylan? Özünde kötülüğü barındıran tek hayvan insan! Hem de şanssız bir gen de değil bu, hepsinde var. Sadece bu güne kadar sınırların zorlanmamış. İşkence suçundan yakalanan adama işkenceyle karşılık verme isteği nereden geliyor hiç düşündün mü?

Kötülüklere sıra verebilir miydik acaba? Hangisi daha kötü kim karar verecek? Böyle bir kurul olmadığına göre herkes kendi listesini yapabilir. Sen bana en kötüsü seri katillerdir dersin, ben sana sadece sevgisiz insanlardan bahsederim. İçindeki kötülüğü ve şiddeti bastırmanın bin bir yolunu bulursun. Tek bir şeyi bastıramazsın bu hayatta, sevgisizliğini. Öyle yüksek sesle bağırır ki sevgisizlik, yunus düdüklerini çatlatır. Sağır insanların bile bir gün bir teknolojiyle duyma ihtimali olabilir ama ya o umursamazlığı din edinmiş insanların bir gün düzelebileceğine inanabilir miyiz? O kadar da saf olabilir miyiz? İçindeki kötüyü bulmak, onla oynamak istersen tüm zamanların en popüler mekanına davet edelim seni. “Umursamazlar Salonu”. İçindeki vahşet etrafa dehşet saçabilirdi belki, hoş bile karşılanabilirdi. Ama umursamazlık bedeninden sıyırabileceğin bir lanet değil. Hiçbir şey yapmadığını iddia ederken tsunami gibi vurduğun yeri yıkıp bir de yetmezmiş gibi içine çekersin etrafında ne varsa. Acı vererek beslenen canavarın karnı doyduğunda geriye kalan kılçıkların çaresizliğine de modern isimler verirler, depresyon gibi. Umursamazlığın sadece kendini bağladığını düşünenler ise, senin enkaz altındaki çığlıklarını uzaktan izleyip utanmaz bir üzüntü tablosu sergilerler. Ben bir şey yapmadım ki!

Her şey için bir suçlu bulmak hayatımızı ne kadarda kolaylaştırır oysa. Bazen kendimize çuvaldız değil 9 numara şiş batırmamız gerektiğini hep sümen altı ederiz. Terk eden adamlara yas tutarken, aslında ne kadar kötü bir insan olduğunu yedi mahalleye yaymaya çalışırken, bu adamlara tiranlık taslamalarına izin veren kadın milletini hiç sorguladığımızı hatırlamıyorum. Bir ülkeyi, zulümden zulüme koşturan, günü hoş geçsin diye süs balığına yem atar gibi aslanların önüne köle atan ve işin en kötü tarafı tüm bunları sadece yapabildiği için yapan tiranların torunları değil mi bizi parmağında oynatmaya çalışanlar. Gücün kardeşi midir kötülükten zevk almak? Can yakmanın verdiği hazzı hangi uyuşturucu karşılayabilir ki. Mazoşistlik olmasaydı sadistlik gelişir miydi? Adamın burnundan akan nefreti ipek mendillerle silmek kadının naifliğine yakışırdı. O ipek mendilin boğazına dolanacağını adı gibi bildiği halde hem de. Bilip de susmak ise başına gelebilecek en büyük felaket. Kadın bilir, kadın susar, kadın lanetlenir. Rahmine tutunan parçayı lanetin kordonuyla besler.

Bir çatlak bulup yeryüzüne çıkmaya çalışan lav gibi ufak bir çatlak bekleyen kötülük, çıkarları elinden alınmış bir bedene denk geldiğinde yıkıp geçer etrafını. Karınca bile incitmez dediğimiz insanlardan almadık mı en büyük yaraları? Gün içinde sinirli gezen insanlardan korkmamayı öğretti hayat bana. Öfkesi dışarıda olanlar neredeyse en çok güvenebileceklerimiz hatta. İçindeki zalimliği bir maden gibi sessizce saklayanların yüzündeki gülümsemenin taklidi Çin’de bile yapılamaz. Sahteliğin dayanılmaz hafifliğidir kötülüğün kolonları ve kirişleri.

Bir gün, Pandora’ nın kutusuna tüm kötülükleri geri tıkma savaşı verirsek, sığınağında bolca şefkat biriktirenler kazanacak, şüphesiz.


46 Magazine 

Kötüyü izle, imamı dinle, bildiğini yap!




Hayran olmanın belirli kriterli yazılsaydı, Rahibe Teresa’ dan önce listeye girecek pek çok hatırı sayılır kötü, üst sıralar için çetin bir mücadele veriyor olacaktı. Özellikle sinemadaki kötü karakterlere olan düşkünlük, çoğu hayırseveri kıskandıracak ölçüde. Bizi bu cani, sapık, insafsız adamlara çeken nedir tam olarak bilmiyorum. İçimizde barındırdığımız ve çoğumuzun cesaret edemediği zalimlikleri görsel bir şova dönüştüren karakterler, hikayeler yazılmaya devam ettikçe o dünya iyisi başroller ikinci plana atılmaya mahkum olacaklar. Peri masallarına ait iyilikteki insanların yeteri kadar karizmatik olmaması onların suçu değil ama bizi bize anlatacaklarsa eğer, gerçekler Pollyanna’ ya ağır gelir, kusura bakmasın. Şehrin yarısını keklik avlar gibi avlamış seri katillere gelen hayran mektuplarının çoğu pop starı depresyona sokacak boyutta olmasının bir nedeni var.

Bir adam düşünün, bugüne kadar gördüğünüz tüm kötü insanlardan daha kötü, koca bir şehri suç mahalline çevirmiş, eylemlerinde özgün ve ne yaparsa yapsın her geçen gün hayranları artıyor. Suç camiasının en sevimlisi ve en çok sevileni diyebiliriz. Bugün pek çok internet kullanıcısının mottosu haline gelen “ne bu ciddiyet balım, gülüp eğlenmek varken” manasında kullandığı “why so serious?” cümlesiyle gönlümüze taht kuran zalim Joker tabi ki. En az Batman kadar seveni olan Joker, palyaçodan özenilmiş makyajıyla asitle erimiş yüzüne gülümsemesini sabitlemiş bir manyak. Normal şartlarda sokakta görsen arkadan bakmadan kaçacağın adamın bu kadar ilgi görmesini büyük ihtimalle senarist de beklemiyordu.

Karizması kendinden menkul, ajanların en kötüsü en pisliği kim desek, “everyone!” sahnesiyle 1994’ten beri konuşulan Leon’un Norman Stansfield’i ilk akla gelen isim olur. Küçük Mathilda’ yı bir türlü rahat bırakmayan DEA ajanı Norman, hap aldığı anda boynunu geri atıp çenesini oynatarak içindeki canavarı gün yüzüne çıkarmakta bir sakınca görmüyor. Psikopat kelimesinin hakkını veren ajana can veren muhteşem Gery Oldman’ın en popüler karakteri olması hiç de şaşırtıcı değil.

İki yüzlülere ne kadar alışığız peki? Tasvip etmediği hayatları yakınında barındırmak istemeyenlerle dolu değil mi etrafımız? Üstelik o tasvip etmediği hayatlara yaklaşma fırsatı bulduğunda da hiç zaman kaybetmeden tam ortasına atlayanların iki yüzlü tavrından midemiz bir türlü yerine oturamıyor. 2010 yapımı “The Killer Inside Me” filminde fahişeleri kasabasında barındırmak istemeyen sado- mazo sevdalısı Şerif Lou, kovmak amacıyla evine gittiği fahişenin cazibesine kapılıp onunla birlikte oluyor. Fakat gel gelelim bu tahammülsüz şerifin sevdiği tek şey cinsel fanteziler değil aynı zamanda kadınları döverek öldürme konusunda oldukça isteklidir. Filmin izlerken çoğu yerde, adama yapmak istediğiniz pek çok işkencenin adamınkilerden daha kötü olduğunu fark edebilirsiniz.

Bir film izlemeyle çocukluğunuz zehir, uykularınız haram olur mu diye sorsalar saçmalamayın lütfen derdim. Hepsi ve daha fazlası için tek bir film yeter de artar bile. 1988 yılında adının masumluğunu hiç de hak etmeyen Child’s Play girdi hayatımıza. O lanet gelesice Chucky pek çok çocuğun odasındaki bebeklerin parçalanarak çöpe gönderilmesine neden oldu. Çocuğunuza aldığınız bir oyuncağın en fazla boğazına kaçarak çocuğa zarar verebileceğini düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz demektir. Paranla rezil olmak da değil bu. Kiralık katil tutsan kendini öldürtmek için en azından stressiz olur. Sevimsiz olduğu kadar canileşen bebek Chucky başkasının ruhunun etkisi altında olabilir ama bu bundan sonra evde herhangi bir bebek barındıracağım anlamına gelmiyor. Güvenmiyorum.

Kötülük her zaman içten yüze yansıyan bir şey değildir. Görüntü fena halde yanıltıcı olabilir. Üstelik bu bir kadınsa. Zeki, kurnaz, cinayet romanları yazan bir kadınla karşılaşırsanız her zamankinden daha temkinli olma zamanıdır diyebiliriz. 1992 yılında çekilen Temel İçgüdü’de herkesin aklını başından alan Catherine Tramell, dedektifin de hormonlarıyla oynayıp tüm şüpheleri Nick Curran’ın eski sevgilisinin üzerine çekmeyi başarır. Muhteşem beyaz elbisesiyle kedinin fareyle oynadığı gibi dedektifle oynayan Sharon Stone, ünlüler kaldırımından önce buz kıracağına ismi verilecek hale gelmiştir.

Eğer sinemadaki kötü karakterlerden bahsediyorsak saygı duruşunu hak eden kötülerin kötüsü, karanlık tarafın cumhurbaşkanı Darth Vader’ı anmadan geçemeyiz. Nüfus kaydı Anakin Skywalker olan eski Jedi yeni Sith lordu, karanlık tarafa geçişinden itibaren gücün kötü tarafının en asil temsilcisidir. Çıkarları uğruna babasını bile tanımaz deyimini haksız çıkarmamış kendi oğluna karşı savaşmaktan geri kalmamıştır. Sadece yüzünüze dönüp nefes alsa tüm mal varlığınızı ve hatta canınızı varlığına armağan edeceğiniz lord kuşkusuz ki kötülük camiasının en karizmatik üyesi.

Kötülüğün ödülü olur mu diye sorsak çoğu insan deliymişiz gibi bakar bize. Konu sinemaysa durum farklı tabi.  Amerikan Film Enstütüsü’nün hazırladığı AFI's 100 Years…100 Heroes and Villains listesinde sinemanın en kötü karakterleri alt alta yazıldığında birinci sıraya oturmaya layık tek bir isimde karar kıldılar. Sir Anthony Hopkins’in canlandırdığı Hannibal Lecter, zeki bir psikiyatrist, kanibalist ve seri katil olarak bu ödülü fazlasıyla hak ettiğini göstermiştir. Öldürmenin yeterli zevki vermediğine inananlardansanız bir de özenle hazırladığınız parçaları tatmayı deneyebilirsiniz. Lütfen bu deneyiminizi bizimle paylaşmayın. Etin yanında şarap tüketimine destek verdiğini fakat etten pek anlamadığını rahatça söyleyebiliriz.

Tüm bu kötü adamların sadece sinema perdesinde kalmasını dilesek çok mu saflık etmiş oluruz?

46 Magazine

6 Aralık 2012 Perşembe

Palyaçolu pis filmler!





Korku sineması aşıklarının bile tüylerini diken diken eden bir tür varsa bu ne yamyamlar ne seri katiller ne işkenceciler ne de görünmez varlıklar. Palyaçolar! İçindeki kötülüğü gizlemek için fazladan sürülen boyalar aktığında başınıza geleceklerden en iyisi ölmeniz olabilir. Beyaz, iyiliğin, zarafetin, mutluluğun simgesi olabilir eğer bir palyaçonun yüzündeki pudradan bahsetmiyorsak. Ceset kokularını alamamak için yapıldığını düşündüğüm yuvarlak bir kapla kapanmış burnun kırmızısı bana hep kanı hatırlatmıştır. Kim bir gülücüğü saatlerce dudaklarına sabitleyebilir ki? Güldürme kisvesi altında delici ve kesici alet kullanmasına gerek bile kalmadan korkudan öldürdüğü insanların kanı. Bu kadar vahşisi tabi ki sadece filmlerde olur dediğinizi duyar gibiyim. Sizin güzel hatıralarınız var, balondan köpek yapıp tabancasından çiçek çıkaran palyaçolarla. Siz yine de bir palyaço tarafından yüzünüze su sıkılmasına izin vermeyin, su onun için fazla masum!

Stephen King’e ayrı bir düşkünlüğüm vardır, gerilim beni rahatlatır. Fakat gel gelelim 90 yapımı olan mini korku dizisi “IT” de, 7 küçük dışlanmış haylazın, akşam yemeği menüsünde çocuk olan, yamyamlığın bile raconunu bozan sadist palyaço Pennywise the Clown ‘u uzun uğraşlar sonucu alt etmelerinden 30 yıl sonra tekrar çocuğa acıkan sevimli (!) palyaçonun işini bitirmek için uğraşılarını anlatır. Zaten hali hazırda palyaço fobisi olan benim gibi insanların gerilim ve korku sinemasını zirvede bırakmaları için mükemmel tasarlanmış bir senaryodur. Palyaço fobisiniz yoksa bile inanın bu seriyi izledikten sonra olacak!

Konusu tam olarak palyaçolar olmamasına rağmen izlediğimde bana en büyük gerginliği yaşatan nesne tabi ki kötü ruhların esiri olmuş küçücük çocuğu yatağın altında boğmayan çalışan oyuncak palyaçoydu. Bir kısım senaryosunu Steven Spielberg’in yazdığı “Poltergeist”ten bahsediyorum. 1982 yılında çekilmiş olmasına rağmen efektleriyle göz dolduran filmde içinde kötü ruhların bulunduğu dışından bile belli olan eve taşınan orta direk bir Amerikan ailesinin tabi ki de en küçük kızının kötü ruhlar tarafından alı konulup televizyonun içine çekilmesinin ardından filmin başından beri hiç gözümün tutmadığı oyuncak palyaçonun da yardımıyla evdeki nefes alan her şeyin paramparça olması iştahla anlatılıyor.

Bir gün kapınızın önünde bir kukla bulursanız ve bu özellikle palyaço kuklasıysa size tavsiyem eve almayın, üzerine benzin döküp yakın! 2006’da yılında tamamlanan ”Dead Silence” da karısının şüpheli ölümünü araştıran zavallı bir adamın, kukla tarafından öldürülen karısının ruhunun intikam için geri dönmesi mi, palyaço kuklanın sallanan sandalyede bir ileri bir geri sallanırken müstehzi tavırları mı insanı daha çok geriyor inananın bilemedim. SAW’un yönetmeni James Wan ne yapsam da insanları biraz daha gersem diye uğraşmış ve başarılı da olmuş. Filmin adının Dead Silence olmasının nedeni ise bu gençliğine doyamadan göçüp giden kadının hayaleti ortaya çıkınca, çığlık attıklarında hayaletin onları öldürmesi. Hem psikopat hem insanları zaptırapt altına alıyor yani yüzsüz.


Hasbel kader mutlu bir palyaço iseniz ve tek derdiniz hakikaten birilerini güldürmek olsa bile kader size ağlarını itinayla örer merak etmeyin. 2010 yapımı “The Last Circus” bizdeki adıyla “Son Sirk” te sirkte çalışan yol+yemek+ maaşıyla mutlu yaşayan Javier gösterisinin ortasında daha kıyafetlerini çıkarıp, makyajını silip üzerine rahat bir şeyler alamadan apar topar askere alınır. Bakayaya düşen mutlu palyaçomuz sanki dün eğitimden çıkmış gibi sanki Rambo’nun akrabasıymış gibi tek başına bir müfreze düşman askerini bir çırpıda öldürüverir. Tahmin edebileceğiniz gibi ben bu psikopatlık yeteneğini beyaz pudrayla maskelemeye çalıştığı palyaçoluk sıfatından geldiğine inanıyorum.

Tüm bu filmleri izledikten sonra olur da bir gün bir palyaço size gelip “ben gülmek için kime gideyim” derse, benden uzak Allah’a yakın git deyiverin. 


46 Magazin

Palyaço fobisi!




Ben çok küçük, yollar ve binalar çok büyüktü. Parka gidişim büyülü, lunaparka gidişim efsaneydi. İzmir’ in şimdi iki adımda biten sokakları benim için kıta, fuarı ise ayrı bir Dünya’ydı. Çok kitap okumanın yanı sıra çok gezmenin de çocuğa vereceklerine inanan annem, gene beni şaşırtmayı başarmıştı. İzmir Fuarı’na sirk geldi haberi, gazetelerin müzikhol reklamları kadar küçülmemişti henüz. Ülkede yayınlanan en iddialı belgesel Barış Manço’ nun gezdiği yerler olduğundan, bir filin evimizin bu kadar yakınına gelmesine inanamıyordum. Yürüyerek mi gelmişti acaba? Annem çok uzak yürüyemez dediğinde bugünkü ölçü sistemine bir şey daha ekleyip, fil mesafesini bulmuştum. Fil’in yürüyemeyeceği kadar uzak!

İlk randevum için hazırlanırken,5 kıyafet değiştirdim her kız gibi, 5 yaşında oluşumun da bir önemi yok. Çok bir şey değişmedi o günden bugüne, o zamanlar bir fil, iki aslan ve birkaç çeşit fino köpeği için süsleniyordum, şimdikiler sadece iki ayaklı. Yeterince uslu durursam şirinleri bile görebileceğime inanan ben, kapıdaki adama ıspanağı nasıl yediğimi anlatırsam fille tanıştırabilirdi bile. Ne de olsa Türk’üm, misafirperverlik kanımda var. Sirkte tanıştığım yeni arkadaşlarımı nasıl evde ağırlarım diye düşünürken, hayat boyu beni yalnız bırakmayacak başka bir arkadaşla tanıştığımı fark etmemiştim. Hayal kırıklığı!

Kabullenebilirim!  
Onlar benim sadece büyük organizasyonlarda bir araya geldiğim sosyetik arkadaşlarımdı. Üstelik benim bisikletimin aynısını kullanan kanişin, benimle aynı keyfi aldığını sanmamla o numaraları öğrenmesi için çektiği çileleri öğrenmem arasında uzun yıllar var. Fillerin neden duygusal hayvanlar olduklarını düşündüğümde, sirkte çalışsan arkadaşlarının yasını tutuyor olmaları bana en mantıklı gelen açıklama. Bir de kuşların uçma sırlarını sadece onlara söylediğine inandığım trapezciler var. Bir ipten diğerine uçarken heyecandan çok kıskançlık uyandıranlar. Ki bence sirklerin kapısına ‘lütfen evde denemeyiniz’ ibaresi konulmalı. Beşeriz şaşarız çünkü.
Kendine harikalar diyarı yaratıp, harikalığı bir tarafa hayatının en büyük kabusuna bilet parası ödediğin oldu mu hiç? Ben de ödemedim ama annem ödedi. 2 kişilik, ön sıradan kabusun ortasına bir bilet. Daha önce fotoğraflarını bir yerlerde gördüğüm ve zerre hoşlanmadığım bir adam, ölü bir bedenden daha beyaz teni, hayatım boyunca hiçbir canlıda göremeyeceğim büyüklükteki çizilmiş gözleri, suçu çiçeği geçirmiş ama iyileşmek yerine her geçen sene yarasını büyütmüş gibi duran kırmızı burnu ve gözlerime verdiği rahatsızlıktan dolayı en baba tazminat davasını kazanacağıma inandığım çirkin elbisesiyle karşımda belirdiğinde attığım çığlık bugün ünlü değilse Guinnes Rekorlar müdürlüğünden birinin o anda yanımda olmadığındandır. Travma, elinde plastik bir kornayla bağıra bağıra geldi. Dünya’da genel olarak mizahın hak ettiği yeri bulamamasının nedeni korkunç görünen bir adamın burnunuza su sıkarak sizi eğlendirdiğini düşünmesi olabilir mi? Kendimi sirkin kapısına attığımda parmaklarımın arasında tuttuğum çubuk krakerimi sigara gibi ağzıma götürüp stres atmaya çalışabilirdim, o an yapabildiğim tek şey ise gözyaşı torbalarımı kurutmak oldu. Tenorlardaki ciğer kadar göz yaşı torbam varmış ki senelerce palyaço fotoğrafı gördüğümde avazım çıktığı bağırıp ağlayarak bitiremedim yaşlarımı. Özellikle kimin için şen olduğu bilinmeyen anaokulu şenliklerine palyaço getirtmek orijinal bir fikir gibi gelebilir size, çocukların zevkten histeri krizi geçirdiğini sanıyorsanız büyük ihtimalle yanılıyorsunuz. Can korkusu yaşıyorlar, haberiniz olsun.

Yalnız değiliz!
Palyaço korkusu, çoğu travma için hafif bir tabir kalacağından, bir çok bilim adamı bir araya gelip bunun bir fobi olduğuna karar vermişler, adını da “clownophobia” koymuşlar. Yalnız olmadığımı öğrenmem 20 senemi almış olsa da en azından acımı paylaşan insanların varlığını bilmek bile biraz daha haklı yapıyor beni. Fobisini sevmekle başlar her şey. Ne araştıracaklarını şaşırmış bilim adamlarına göre, palyaço fobisinin başlıca nedenlerinden biri sinema ve televizyonda palyaçonun genellikle kötü bir karakter olarak sunulması, korku objesi olarak gösterilmesiymiş. Sanki, elektrik almaktan zevk alıyormuşçasına yüksek gerilim hattında kabartılmış saçları ve korkutarak öldürdüğü küçük çocukları saklayabileceği boyuttaki ayakkabılarıyla sevimli olma şansı varmış gibi. Bu kadar görkemli bir organizasyonu bu kadar kötü hatıralarla dolduran sirk, hayvanların da başlarına gelenleri öğrendiğimden beri ızdırabın kalesi olmuştur benim için.
Yüzlerce ülkeden binlerce destekçimle tekrar haykırıyorum ki; palyaçolar komik değildir. 
Sevimli hiç değildir.


46 Magazin

Izdırap




Derinin bedeninden ayrılması mı, yoksa iliklerine kadar giren kesici ve delici aletin soğukluğu mu seni korkuturdu? Acıyı tatmaktan daha fazla ve katlanılabilir bir yanı varsa o da acı çekeni izlemek. Müdahale etmeden, kaçmadan, korkmadan. Yok yok biraz korkarak hatta. Başkasının acısını ne kadar hissedebilirsin?

Gözünü kırpmadan baktığın kan revan sahneler, tüylerini ürpertirken, kediyi öldüren bir merakla ne kadar izlemeye devam edebildiğimiz insandan insana değişiyor. Acı eşiği sadece elin yandığında dayanabildiğin nokta değil, gözünü ne zaman kırpacağına bakıyor, karanlık bir sinema salonunda. Belki sevdiğinin koluna daha sıkı sarılman için kurulmuş bir tuzakta vücudunun parçalarını kaybeden bir adama acımakla, mide bulantısı arasında kararsız kalırsın.

Çocukluğunda ruhu yaralanan adamın bıçak darbeleriyle, hatıralarını kanla temizlemesi sinemanın gördüğü en vahşi karelerin çıkışını doğurur. Hayatını umursamadan hoyratça zaman dolduranların en büyük düşmanı Jigsaw, aldığın nefesin değerini bilmeden geçirdiğin tüm zamanların hıncını senden almayı görev bilmiş ve bunu sonsuz bir zevkle yapmıştır. Ne kadar önemsersin yaşamayı? Küfrederek aldığın nefesin tek zerreciği için ne kadar kan dökebilirsin? Eğer acı çektiğini düşünüyorsan ve hayatından memnun değilsen sana tavsiyem Jigsaw’la karşı karşıya gelme. Onu kızdırmak istemezsin.

Herkes acıdan zevk alamaz. Acı çektirmekten zevk almak ise her babayiğidin harcı değildir. Sakın buradan gaza gelip insanları doğramaya kalkışma.  Acının renginin kırmızı olduğu zamanlarda görmeye dayanamayan insanlar çoğunlukta. İnsan hayatına son vermenin vicdan azabını bastırabilecek tek bir duygu vardır, intikam.  Sadece seni aldatan eski sevgiliden intikam almazsın, hayatın ta kendisinden alınacak öclerin vardır. Paranın ve seksin az geldiği bunalımların sonu acı bitebilir. 2005 yılında, alacak zevk bulamadıkları için çeşitli ülkelerden turist olarak Slovakya’ya gelen insanları puzzle gibi 1000 parçaya ayıracak bir ekiple tanıştık. Kesici ve delici aletleri kullanma hünerlerine saygı duysam da Hostel en cesur izleyicinin bile en az 5 sahnede kafalarını çevirmelerine sebep olmuş ender filmlerdendir. Zengin ve fütursuz adamların kendilerine eğlence için insan derisi yüzme ve parçalama yeri ayarladıktan sonra güzel kızların seni avına düşürüp getirmesi, inan bana hikayenin en romantik bölümleri. Dünya markalarının haritalarında Avrupa’da gösterilme merakı olan yurdum halkı en az ödeme yapılan vücutların Asya’ lılara ait olduğunu anladığında başladı Doğu sempatisi. Aklımda kalan ise sandalyeye bağlanmış adamın bir an için kaçabilme umuduyla ayağa kalktığında Aşil tendonundan kesilmiş bileklerinin üzerine bükülmesiydi. Acı’dan kaçamazsın, ölene dek. Besle kargayı oysun gözünü bizim için sadece bir atasözüyken canlı canlı gözünün oyulmasının filmde en masum işkence yöntemi olması ancak Quentin Tarantion’ un aklına gelirdi zaten.


Kızdırmak istemeyeceğiniz bir diğer insan kim diye sorsalar kesinlikle, koltuğuna kurbanlık koyun gibi boynum havada uzandığım dişçidir derim. Özellikle benim gibi büyük çapta bir dişçi fobisiniz varsa işkence etmek için uzaktan o koltuğu göstermeniz yeterlidir. Yönetmen Brian Yuzna ise bununla yetinmeyip 1996 yılında öyle bir film yaptı ki, dişçisine 6 ayda bir rutin kontrole giden insan bile muayenehane sokağından geçemez. Kendinden menkul temizlik hastası olan Doktor Feinstone, karısını çamur içindeki bahçevan ile kirlenirken görünce küçük bir travma yaşar ve gelen hastalarının inci gibi dişlerini bile pislik içinde olduğuna inanıp çözümü tüm çene sistemini sökmekte bulur. Hastalarının, dişlerini, damaklarını ve hatta dillerini sökerken temizlendiğine inanan doktor tabiî ki karısı ve bahçevan için de tartar temizliğinden fazlasını düşünmüştür.

İnsanın beyni tabiî ki sadece intikama çalışmaz. Hayatını sürdürmek için beslenmek gibi temel ihtiyaçlarını düşünüp ayakta kalmanın yollarını arar. 2003 yılında çekilen Teksas Katliamı’ndaki Leatherface ailesinin de tek düşündüğü, huşu içinde et doğradığı mezbahanın kapanması ve kasabanın boşalmasının ardından karınlarını doyuracak kanlı canlı gençleri malikanelerine çekmekti. “Masumane” bir şekilde sadece et ihtiyaçlarını karşılamak isteyen aile yoldan geçen insanları eve getirdikten sonra bağlayıp işkenceye başlaması ise, çekirdek bir ailenin birlikte vakit geçirmek için bulduğu oyunlardan biriydi. Takdir edersiniz ki herkes tombaladan hoşlanmıyor.

Oyun demişken,
Çadırınızı yanınıza alıp, kombine peşinde koşmayacağınız tek festival, “Acı Festivali” olabilir…


Acı festivali hayal edebilir misiniz? Herschell Gordon Lewis, 1964 yılında bunun hayalini kurup, hem senaryosunu yazıyor hem de yönetmenliğini yapıyor. Pleasant Valley halkının genelin aksine kasabalarının kurtuluş yıldönümü değilde düşman işgaline yenik düşüp dağıldıkları günü kutlama kararı almalarından sonra, 2000 tane manyağın bir araya gelmesi yetmiyormuş gibi düzenlenen festivalde düşman milislerini canlandıracak ve eğlencenin sonunda dedelerinin hıncını işkencelerle hunharca alınacağı yabancı misafirlerini ağırlamaktan büyük bir zevk duyuyorlar. Festival kapsamında, temsili düşman milislerini baltayla parçalamak yetmeyince de yılların efsanesi çivili fıçıyla insanları yokuştan aşağı bırakma işkencesinin ortaya çıkması Two Thousand Maniacs, ‘a düşüyor.

 Acı çekmekten korkmadan önce kendimizi eğitmemiz gereken kısım, çeken insana tahammül edebilmektir. Acının eşiği olduğu gibi tahammülün de eşiği vardır. Acı bir o kadar kişiye özel ve bir o kadar da bulaşıcıdır ki karşındakinin canı yandığında seni de içine çekmek ister. Izdırabın büyüklüğünü ölçecek ortak bir metremiz yok. Anlattığın kadar acıtabilirsin karşındakinin canını. Dolayısıyla acıdan daha samimi bir duygu yoktur. Tek dileğim bir gün tüm acıların filmin kapanışında final yapması.


46 Magazin

90'larda diziler!


Eskide yaşamak kimseye hayır getirmez derler, 90’lı yıllarda sivilceliyseniz durum başka. Geçmişinize aşık bile olabilirsiniz. Bit pazarına nur yağdırmaktan bahsetmiyorum, bugün ne yaşanıyorsa hepsi taklit diyorum o kadar!

Televizyon bizim eve girdiğinde en büyük keyfim kauçuk emzikti, şimdi kahvem doğru oranda sütle karışmazsa sorun çıkarıyorum. Çok çok uzun yolların ötesinde başlayan diziler, filmler bizi ekran başına kilitlemeye yeni yeni başlamıştı. 80'li yıllarda deprem olsa yerinden kıpırdamayacak duruma geldik eğer televizyonda Dallas başlamışsa. Sokağa çıkma yasağı ilan edilse böyle seferberlik görülmezdi, JR Sue Ellen'ı aldattığında. El elin eşeğini türkü çığırarak ararmış diye atasözümüz varken, aldatılmış kadının kocasına beddualar yağdırmaya başladık ekran karşısında. 1990'da özel bir kanalın açılmasıyla kumandadaki rakamlar bir işe yaramaya başlamıştı. Diziler çoğaldı, çoğaldıkça bagımlılığımız da arttı. '8'den sonra dışarı çıkamam canım bu gece baldız eniştesine kaçacak!'

Konu komşu dedikodusunun az geldiği zamanlarda dizi karakterleri yetisti imdadımıza! Sanal arkadaşlıklar chatte başlamadı düşünülenin aksine, başrol oynuyordu kankamız, benim arkadaşım birkaç milyon kişinin daha arkadaşıydı.

Herkesin arkadaşı kendine kıymetlidir. Mesela benimkiler kardeşten fazlası. Dostlar için söylenmiş birbirinden afilli cümleler vardır elbet, fakat hicbiri 'Friends' gibi anlatamadı derdini. 6 en yakın arkadaşın hayat meselelerini öyle bir dizide buluşturdularki, sen Ross oldun ben Rachel! En sevdiğimiz ve çok da zeki olmayan arkadaşımız da Joey olmuş çıkmış. Bir dizi düşünün o kadar konsantre ki 10 yıllar içinde 100'lerce diziye ilham olmuş, hatta yeri gelmiş repliklerini bile paylaşmış!

Arkadaşların komün hayatı yalnız sit-com'larda değil dramalarda da pek durgun değildi. Bizde 'Evimiz Hollywood'da' adıyla yayınlanan 'Beverly Hills, 90210' sosyetenin dibindeki bir grup arkadaşın lüks, şımarık, entrikacı hayatlarını en sevimli haliyle anlatmaya çalışmıştı. Birbirinin kuyusunu kazmayı seven can ciğer kuzu sarması dostlar mı istersin, arkadaşının sevgilisine göz koyanları mı sen seç. Multi zengin ailelerin birbirinden önemli sorunlarını seyrederken Allah başka sıkıntı vermesin demekten kendimizi alamamıştık!

Ağzına kadar dolu bir evde, ne kadar mutlu mesut yaşanabilir denemelerinin yapıldığı en başarılı dizilerden birtanesi de Full House'tu. Benim yaş grubum için oradaki tek adam da muhteşem seslendirmesiyle birlikte Jesse dayıydı. Genç kızlığını hafif toplu geçiren D.J. , ailede pek de önemli bir yeri olmayan ortanca Stephanie ve yakışıklı dayısının kucağından inmek bilmeyen en sevimli üye Michelle'in bir baba bir dayı ve babanın en yakın arkadaşıyla geçen hayatlarını keyifle izlerdik. Bize iyi gelen kendi ailemizde yaşadığımız sorunların benzerlerini başka hayatlarda da görebilmekti, kurgu üzerinde de olsa.

Çekirdek aile kurnak için ille de annei baba ve çocuk gerekmez. Yaşlı bir anne, herkesi mantığa davet eden kızı, kardeşten yakın dostlarıyla dünyanın belkide en özenilesi çekirdek ailesi Altın Kızlar olarak gelmişti ekranımıza. Muzipliğin dünyada en çok yakıştığı huysuz ihtiyar Sophia kalan 3 kişinin hayatlarını zindana çevirmek gibi sevimli bir hobisi olmasına rağmen dizinin en sevilen kararkteri oluvermişti.


90'larda, Nasa henüz bu kadar çıldırmamışken uzay ve uzaylı dostlarımız hakkında hayal kurmak daha kolaydı. Bana sorsalar tüm uzaylıları dost bilir evimi açardım, bizim de Alf gibi tanıdıklarımız olsa fena mı olurdu? Bizden çok önce çekilip yayınlanmış olsa da tekrar seyrediyor olmaktan asla gocunmazdım. Tanner ailesi kadar şanslı olmayı dilerdim hep. Birgün evimize Alf düşse diye içinden geçirmeyen çocuk mu olur? Bu ülkede uzaylıyı kendi köylüsü gibi bilip peşinden taşla koşacak samimiyette insanların gelişimine sebep olmuştur. Dizi severlerin uzayla ilişkisi de hemen bitmedi tabi. Çocuktan büyüğe herkesin sihirli güçleri olduğu hayalleri vardır. Eğer yoksa hemen bugün kurmaya başlayın! Bunu en güzel şekilde anlatmaya çalışan senaristler 'Bu Dünyanın Dışından' ı yazdıklarında seneler sonra hatırlanacaklarını tahmin etmişlerdir heralde. İki işaret parmağını birleştirdiğinde zamanı durduran Evie, bir şekerlik aracığıyla ev halkıyla iletişim kuran ve uzayda ikamet eden babası Troy, çocukluğumun en eğlenceli karakterleriydi.

Süper gücleri olanlar sadece uzaylılar değildi. Düşük standartlarda bir gelire sahip Fiko bile 'Süper Baba' olduğunu tüm mahalleye kanıtlamıştı. Sıcak bir mahalle dizisi yapalım da ailelerimize birliği beraberliği unutturmayalım amacıyla yola çıkan yapımcılar belki de kendilerini bile tahmin etmediği başarıyla diziyi herkese sevdirmişti. Hatta Süper Baba'nın jenerik müziğini blok flütle çalamayan öğrencilerin kaanat notları düşük gelirdi.

Ne olursa olsun, yayından kaldırılmasının ardından televizyon kanalının santralini kitleyip, uğruna kanal binası önünde eylem yapılan tek dizi Şehnaz Tango'dur. Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan ve iki kız evlat büyüten Şehnaz'ın bir o kadar umursamaz eski kocasıyla yaşadıklarının anlatıldığı dizi 4 sezon sonunda insanları kendine çoktan bağlamış, hayran kitlesini süprizlere boğmaktaydı ki en büyük sürprizi yayıncı kanal yaparak diziye son verdi.

Ve sonra o geldi, elinde kural kitabıyla. Herkes ondan korktu ama babacan bir tavrı da vardı hani. Seyredenler gözlerine inanamıyorlardı, hem yakışıklı hem yiğit hem yardımsever hem kahraman açık, mert, korkusuz bir adamın varlığına. Yusuf Miroğlu dendiğinde 9 kusurlu hareket insanların dimağlarından silinmişti bile. Deli Yürek uzun bir süre kimlik arayışında olan seyrek bıyıklı delikanlıların Scare Face'den sonra 2. idolüydü.


Karakterleri belki kimsenin idolü olmayan ama 13 sene aralıksız devam edip, her pazar akşamı aile bireylerinin banyo yapmasını sırasını yayın saatine göre belirlediği yegane dizi Bizimkiler'di. Zengininden orta düzeyli ailelere, alkoliğinden kabadayısına binlerce çeşit insanın kan dökülmeden nasıl birarada yaşadığını anlatan en bizden diziydi. Apartman yöneticisiyle anlaşamamak zaten bizim ata sporumuz değil mi? Ya da eve kör kütük sarhoş gelip tüm apartmanı ayağa kaldıran keyif sever amcayla emektar karısının kavgasında kaç uyku kaçtı? Tabi o zamanlar şimdi pek ortalıkta bulunmayan hoşgörü hakimdi. Sabri bey bile bezen insafa gelirdi.


90'larda yaşanılanların büyük bir kısmı bugün hala taklit ediliyor, en özgün senaryolar veya müzikler o zamankilere nasip oldu da biz mi şanssız bir nesiliz ya da 10'ar sene aralıklarla tembellik katsayımız mı artıyor bilemiyorum. Başka bir değişle: cıvık bacım bunlar afedersin.




 46 Magazin 

90'lı yıllarda bilgisayar oyunları!




90’lar da bilgisayar girdiği bazılarımızın hayatına. Bu makine sadece iş için olamazdı.  Eğlenceli bir şeyler de yapabiliyor olmalıydık ki bir de ne görelim, benim zihnimin hiçbir zaman kavrayamayacağı bir kod sistemiyle, birkaç harf ve sayı girdik mi önümüze mümkün olduğu kadar renkli bir dünya çıkmaya başlamıştı. Mümkün olduğu kadar diyorum çünkü bazı oyunlarda kullanılan yeşilimsi renge hala bir isim bulunamadı. Benim diyen insanın kavrayamayacağı bir hızla gelişen oyun sektörü de herhalde bilgisayar camiasının en tutkuyla beklenen tarafı. Beklediği oyunun yeni sürümü çıkacak diye bilgisayar karşısına birleşmiş milletler yardımı gibi yiyecek içecek stoklayan insanlar oldukça hayal gücümüzü aşacak neler yaşayacağız belli değil. 90’larda ruhumuzu ele geçiren oyunları hatırlamak ister misiniz?

Süper  Mario : Platform oyunlarının dünya çapında en çok bilineni. Kısa boylu bıyıklı tesisatçının, kendi isteğiyle mi yoksa zorla mı kaçırıldığı belli olmayan prensesi kurtarmasına hepimiz bir el atmadık mı? Gerçi prensese sorsak mantar peşinde koşup kaplumbağa tepeleyen bir adama varmak ister miydi bilemiyoruz tabi. Ama şahsen oynadığım en zevkli oyunlardan biriydi.
** grafikler nedi [super mario world - 1990 ] : 
http://www.mariooyunlari.net/mario-oyunlari-resimleri/mario-mario.jpg

** son hali [ mario 3d Land- 2010 ] : 
http://www.itusozluk.com/image/super-mario_34492.jpg

Doom : Türünün ilki değildi ama dünya çapında en çok satan first person shooter oyunuydu. Yani kendi elinde silah tuttuğuna inanıp karşındaki adamı alnından mıhlaman gerekiyordu. Bu oyun yüzünden kendini keskin nişancı sanan çok insan normal hayatta askere alındığında hüzne boğuldu.
** grafikler neydi  [doom 1 - 1993] : 

http://www.fpsteam.it/img2004/doom/doom1_01.jpg     
 
** sonraki hali [doom 3 - 2004 ] : 
http://accel6.mettre-put-idata.over-blog.com/0/01/53/72/doom3-xbox.jpg


**filminde ne oldu [ doom  - 2005]: 
http://games.mattsarrel.com/images/doom0.jpg
                                                                                                                               
FIFA :  Basit grafiklerden sonra hakikaten sana bana benzeyen adamların oynadığı futbol oyunu. Erkeklerin bir eve toplanıp geceyi gündüz edene kadar birbirlerine gol atmaya çalıştıkları ve  sosyalleşmeye yardımcı mı yoksa köstek olduğumu tam belirlenemeyen bir oyundu.  Bugün hala yenilenen versiyonlarıyla milyonlarca insanı oyun konsolu başına toplarken, oyundaki karakterler orijinallerinden daha yakışıklı.

Warcraft : Bu oyun da türünün ikinci örneğiydi , hem ortaçağda geçen hem strateji kurman gereken hem de vatan millet sevdasıyla topraklarına sahip çıkıp düşman birliklerini püskürtüp fetihten fetihe koşman gereken bir oyundu. İlk çıktığında sadece strateji üzerine odaklanan Warcraft, kendini epey geliştirdikten sonra karakterlerin rol yapmasına imkan tanıyıp, sanal insanlar yaratmaya başladı. Böylelikle aldığı haftalıkla sadece saksıda fesleğen yetiştirebilecek insanlar, toprak kavgasına düşüp, lider olup toplulukları savaşa hazırlayan birer yaşam koçu oldular.

 Street Fighter : Gerçekten yaşasalardı dünyanın en zengin iki adamı olurlardı herhalde, aramızda atari salonunda tüm haftalığını Ryu’ya ve  Ken’e kaptırmamış var mıdır acaba? Dövüş oyunları denince Street Fighter ilk akla gelendi, eskiden de şimdi de. Bizim memlekette aduket diye bilinen hadouken hareketiyle Ryu fenomen olunca bir kısım gerçekten elinden ışık çıkarabileceğine inanırcasına hareket çekerek gezdi, sonrasında da sokakta binlerce tek bacağı havada uçan çocuk gördük  90’larda, hoş çoğu tüm yaz tatili alçıda geçirdi.


Diablo : 90’larda yer altı edebiyatının da popüler olduğu dönemde, hepimizin ortak fantezisi şeytanın adamlarından biri gelse de ağzını burnunu kırsam değil miydi? Önümüze geleni gönül rahatlığıyla kesip doğrayabileceğimiz bir oyun bulmuştuk. O yıllarda birden fazla özelliği aynı türde buluşturmasıyla da ünlüydü Diablo. İster tek başınıza isterseniz de en fazla 4 arkadaş birleşip bir iblise girebiliyordunuz. Nerdeyse sınırsız diyebileceğimiz silah koleksiyonuyla da aklımızı başımızdan almıştı. Daha güçlü iblisi parçala daha gösterişli silahın olsun sonra da konu komşuya hava atarsın benim baltam senin baltanı döver diye.


Need 4 Speed : İki adet kutunun yan yana gelmesinden oluşan arabaların yarışmasından sonra ilaç gibi gelen oyundu Need 4 Speed. Hız tutkusu yaşayan gençlerimiz için sakinleştirici kıvamında az dozla oynanması gerekirken, oyundan hızını alamayıp sokağa fırlayan bir nesil yetişmesine rağmen en başarılı ve en çok satılan araba yarış oyunuydu. Oyuna polisten kaçılan ve arabaların modifiye edildiği bölümü Underground versiyonu eklendi. Daha sonrasında polisten saklanmak ve hızlanarak yanındaki arabayı geçmek yetmez diyenler için Most Wanted adında bir versiyon çıkararak, şehre zarar vermenin hazzını da yaşattılar sağ olsunlar!

Tomb Raider : Aileden gelen gani parayla ne yapsam ne yapsam diye düşünen Lara, gidip arkeoloji okuyup dağ taş gezip değerli parçaları toplar. Kötü adam durur mu bu servetin peşine düşüp kızın ailesini kaçırır. Ana baba acısıyla kötü adamların peşine düşen Lara Croft, her türden silahı profesyonel bir asker kullanabilmesinden daha çok 90 D ölçüsündeki göğüsleriyle etkilemişti gençleri. Grafiklerin gelişmesiyle seksiliği git gide artan bir kahramanı bu heyecanlı yolcuğunda baya kalabalık bir grup destek vermişti.

Tetris : Esas çıkışı 1984 olmasına karşın bizim ülkemizde popüler olması 90’ları bulmuştu. Yukardan gelen şekilleri nasıl yapsam da tepeye vardırmadan eritsem diye döktüğümüz ter büyük ihtimalle oyunu yazanların döktüğü terden fazlaydı. Bu oyun aynı zamanda 4’lü uzun çubuğun gelmesini beklemekten dolayı sabır testine dönüşmüştü.



Prince of Persia : Oyunu oynarken arkanızdan anneniz izlese sizin bütün gün düz duvara tırmanan bir  adamın kız peşinde koşmasına yardım ettiğinizi düşünebilirdi. Gene kötü bir vezir tarafından kaçırılan prensesin arkasından daldan dala atlayıp kılıcıyla verdiği mücadele, neredeyse tüm pc kullanıcıları tarafından oynanmıştı.

**grafikler neydi [1990 ]: 





46 Magazin

Dans Filmleri...





MUTLU AYAKLAR
           

İlk dansımı, annemin halası tarafından kuzen çocuğunun düğününde bir kızla, ikimizin de eli omzumuzda etmiştim, sene 1992. O zaman Chuck Bess yok, birkaç asırdır yaşadığına inanılan John Travolta var. Ha bir de dansının  “kirli” olup olmadığının tartışılmasının bitmediği Patrick Swayze, hayran hayran kıvrımlı hareketlerini seyredebileceğin. “Dirty Dancing” filminin üzerinden sadece 5 sene geçmiş ve o zamanlar pürüzsüz bacaklar için bu kadar epilasyon reklamın olmadığı dönemlerde kadınlar,  uçuşan Jennifer Grey eteklerinden giyemiyorlar diye hasetteler.  Kliplerin esinleneceği esaslı dans filmlerinin ve müzikallerinin pür-i pak hallerinin yeni çekildiği dönemler yani.

John Travolta demişken, daha 1977 yılından hafif bir kırgınlığım var ona. Benim kahramanım, canım babam bile “Saturday Night Fever” tarzı pantolonlardan almış, annemi tavana atıp kah tutuyor kah tutamıyordu.  Filmlerin hayatı etkilediği hepimizin kabulü, gel gör ki, John Travolta’nın erişilemez kıvraklığı, estetik figürleri, karşındaki kadının kollarında eriyip dans pistine akmasıyla yarışılmayacağını da gönül rahatlığıyla kabul etmeliydi emekli babam. Bugüne kadar sergilenen dans figürlerinin %86.45’ nin bu filmden alındığını hepimiz biliriz. Biliriz de kendi esnekliğimize bakmadan fütursuzca göbeklerimizi titreterek gireriz bu ahenge.
Sevgi trenine dönmeden biten hiçbir gecemiz yokken dans pistlerinde, 50’liler ve60’lara gerekli özeni ve sevgiyi vermediğimiz için lanetlendiğimizi düşünüyorum. Çünkü hem 1952’de çekilen “Singing In the Rain” hem de 1961’de vizyona giren “West Side Story” o dönemin genç kızlarına geçilen açık seçik bir iltimastır. Bir erkeğin elektrik direğine tırmanmış halinin de çok seksi olabileceğinin de kanıtıydı Gene Kelly. Atomun parçalanması bile daha kolay geliyordu bana, ayakkabıların altındaki tahta bölümün çıkardığı sesin ahenkli bir dans müziğine dönüşmesinden. Bütün yakışıklılığıyla ayaklarını yere vura vura konuşması o zamanın kadınlarındaki topuklu ayakkabı sevdasını körüklemedi mi sizce? “West Side Story” de iki farklı kutbun arasındaki kan davasının bile dansla anlatılmasını hop diye Dünya barışına bağlardım ama gerek yok! Oradaki dost- düşman herkesin ortak ettiği dans sahneleri hepimize yeter bence, mesajı almaya niyetimiz varsa.
Sinemayla dansı buluşturan akıllı beyinler, erkekler için en etkileyici kozunu ise 1983’de Jennifer Beals ile kullanmıştı. “Flashdance” azmettirici hikayesiyle kadınları, oturdukları yerden sadece pazartesi diyeti gibi tek günlüğüne kaldırsa da, erkekler için unutulmaz sahnelere sahiptir. Kaynakçı olarak çalıştığı fabrikada sivrilen asi kızımız, her hallerinden iyi aile terbiyesi aldığı belli olan balerin grubunun arasından sıyrılıp hırçın dansını yapmaya başlıyor ve tabi ki akademideki tüm erkek jüriler teker teker mest olurken, para kazanmak için çıktığı gece kulübündeki ıslak şovuyla şehrin geri kalanındaki erkekleri hipnotize ediyor.

Flashdance’in bir tık öncesinde, çok daha büyük kitleleri hipnotize eden başka bir film daha vardı. Deri ceketli, saçları jöleyle arkaya doğru taranmış, ve o bütün karizma içinde beyaz çorabın bile bazen göz ardı edilebildiği jilet gibi çocuklar bir tarafta, kabarık etekleri asla sağa sola takılmayan, maksimum 36 beden, havada 3lü salto attıktan sonra bile saçı başı dağılmayan kuğu gibi kızlar bir tarafta desem? Evet Grease’den bahsediyorum.  1978 yılında moda ve müzik adına yapılan ne varsa yıkıp geçen, müzikleri ve karakterleriyle henüz kendisine rakip bulunamamış çok renkli müzikal. Öyle ki filmdeki dans sahnelerinin etkisi ile yurdum insanın dans pistinde kadınları havaya atıp tutması olsun, döndürüp yatırıp kaldırması olsun , rock N roll hareketlerinin seriliği ile hafif, orta, ve ağır yaralı gecelerin müsebbibidir. Kendinden menkul beyaz çorabına kılıf bulan erkeklerimizin tek umudu da acilde yatan zevcelerinin sedyede elini tutmak ile suya düşmüştür çoğu buluşmada.

Grease efsanesinden 2 yıl sonra, beni dansçı olmanın ilk kuralının tozluk takmak olduğuna inandıran ama müziğiyle en umutsuz vakayı bile dans ettiren diğer bir film ise tabi ki şöhret meraklıları için geliyor: “Fame”.  Obeziten bi alt kategori olan biz fanileri çatlamak için her şeye sahip olan, güzel sanatlar fakültesi öğrencilerinin 4 yıllık eğitim hayatlarında yaşadıkları sıkıntıları, sevinçleri ve birbirinden kıvrak figürlerle dolu müzikal, o zamanın izleyicilerinin çok ilgisini çekmese de yıllar içinde kült filmler kategorisine sinsi bir geçiş yapmıştır.

Peki,  birbirinden sinsi ve bir o kadar da güzel kadınların bir araya gelip de, revü dansını en hiddetlisinden ortaya sermeleri etkilemedi mi biz sanat düşkünlerini! Kimse itiraz etmesin! Sosyo  - ekonomik düzeyiniz hiç fark etmez, ortak bir yabancı dilden cümlemiz varsa o da “Voulez vous coucher avec moi ce soir?” dir. Telafuzu iyi olmayanlar için “Vu le vu kuşe avek mua sesua?” Bunu sadece tek bir film yaptırabildi, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan “o” günlerde! Moulin Rouge denince birbirinden estetik dans hareketlerinden önce bu cevap gelir, çat diye. O muntazam bacaklarını kafalarının yanına kadar hiç zorlanmadan çıkaran revü kızlarının etkisi sadece filmin gişe başarıyla değil senelerce konuşulacak sohbetlere dahil olacaktır. Çünkü perde de gördüğümüz sadece düzgün vücutlar değil estetik kaygısı çok yüksek bir dans kokteylidir. Bu öyle bir kokteyl ki seneler sonra Chicago’ya emsal teşkil edip dünyanın en güzel kadınlarını tekrar revü sahnesine korkusuzca itmiştir.

Yıllar acımasızca 90’ları delip geçtiğinde dansa olan tutku azalmış gibi görünse de, albümlerdeki başarısını sinema perdesine yansıtmak isteyen Jennifer Lopez, tüm orta yaş ve genç kızlıktan hafif uzaklaşmış kadınların hayranı olduğu Richard Gere ile oynadığı “Shall We Dance” filmiyle dansa küsmüş kanımızı yeniden kaynatmak peşindeydi. Dansçılıktan geldiğini üzerine basa basa anlatan Jennifer Lopez’in o dönemdeki hit şarkısı “I’m Glad” e çektiği klibi de “Flashdance” e ithaf etmiş ve en az film kadar başarılı bir klibe imza atmıştır.

Bu kadar film ve güzel müziğin ardından, bunun zehrini bir kere aldıktan sonra sürekli hale getirmeyi boynunun borcu bilen bir ekip, 2009’dan beri canla başla müzikal sınıfını tekrar canlandırmak için çalışıyor. Glee heyecanını yansıtmanın en iyi yolunun gerçek müzikal oyuncularından seçmek olduğunu düşünmüş olacak ki yapımcısı Ryan Murphy, 3 ayını Broadway’de geçirip tek tek kadrosunu oluşturmaya başladığında, “Hairspray” müzikalinin başrol oyuncusu “Matthew Morrison” ile puzzle’ın eksik parçası tamamlayıp, kanların deli akışını başlattı.

Sanmayın ki bu dünyanın derdi sadece vücut ateşini bastıran disko dansları, ruhunuzun derinliklerine parmak uçlarıyla girebilecek zarafette bir kuğuya gönlümüzü kaptırdık 2010’da. “Black Swan” Natalie Portman’da vücut buldu, o görkemli sahneler küçük kaldı, küçücük kızın ayaklarının altında. Ben bütün servetimi başrolün zaten balerin olduğuna yatırabilirim bahiste, bu kadar yetenek bir oyuncu için bile fazla çünkü. Eşlerinin zoruyla baleye giden erkekler için yeni bir heves yeni bir istek kazandıran “Black Swan”, unutulmuş dansların yeniden gün yüzü görmeleri için bir fırsat olmuştur.

Kuğudan aldığın hazla taytını giyip baleye mi yeltenirsin, yoksa sevişmek üzereyken vazgeçip dansa başlayan tangocuların arasına mı atarsın kendini, ya da sevgilinin kollarında kare çizerek valsle mi dönersin salonu baştan sona, yoksa diskoların en çılgın figürleri internete mi düşer senin sayfanda bilmem. Bir şey biliyorum ki, bugün  bir penguen bile dans ettiği zaman mutluysa, dans etmezsen ruhun ölür, bedenin çalışsa da.




 46 Magazin


Dans



Büyük ihtimalle kumsalda ve büyük ihtimalle ateş başındaydı Adem’in çocuğu, avladığı hayvanın gerilmiş derisine ilk vurduğunda. Ve Tanrı ritmi yarattı. Elinde gitarı yoktu, gözleri gökteki garip küçük ışıklar gibi parlayan kızı tavlayabilmesi için. Hiç bir şey yokken, ritmi vardı, bir de çekinmeden vahşi hayvanların önünde duran bedeni. Av mı avcı mı olduğunu anlayamadığı zamanlarda korkudan titreyen bedeni bu sefer elinin her darbesinde istemsiz kasılıyordu ilk defa, huzurla.

Her şeye olduğu gibi Adem’in oğlu geç kalmıştı tavlama sanatına.  Bugün dalga geçmek için kullandığımız kuş beyinli lafına inat, simsiyah gövdesini huşu içinde sallayarak dişinin ilgisini çekmeye çalışan Cennet Kuşu çoktan çözmüştü dansın doğaya torpilini. En iyi dansı yapan kızı alır.
İster bilerek ister şuursuzca kadın ve erkeği birbirine çeken o titreşim, iki cinsin diline getiremediği tüm cümleleri vücudun tamamına yaymakta ustaydı. Evrensel dil diye bir şey vardıysa adı vücut dili soyadı danstı. Bir el hareketinden Dünya savaşı çıkabileceği gibi, bir bilek kıvrımından kaç hayat zevk içinde ziyan oldu sayamayız. Anlatmak istediğini kurduğun cümlelerle bile ifade edemezken, müziğin akışına kaptırdığın vücut yedi ceddinin seceresini ortaya dökerdi. Dans ederken yalan söyleyenini gördünüz mü hiç? İçindeki ateşi saklamaya çalışan tangocu olur muydu acaba? Bir boğa güreşi arenasında, kanın akmadan önceki son saygı duruşuyla başladı Pasadoble’ nin güreşçiyi sunması. Ölüm ve hayat arasındaki çizgiyi, çift ayak vuruşuyla anlatmasıydı katilin. Avustralya yerlilerinin cenazelerini dansla defnetmesi, ruhun huzur bulması için edilen duadan farksızdı.

Ruhani tapınma, af dileme, şükretme ve hatta eski Yunan’ lıların askerlerini savaşa hazırlama seramonisi olarak kullanılmasının öncesinde, sadece eğlence amaçlı edilen danslar Mısır’ a dayanırken, raks ile mest olan dedelerimizden geliyor kıvrımlı hareketlerin cazibesi.

Elinden tutup aynı melodide hareket ettirdiğin ayakların, ten ayırt etmeden, tüm siyasi, fiziki ve coğrafi haritalara karşı durur. Çünkü tutkunun özrü ve affı yoktur.  Brezilya, Afrika’ dan Rio’ ya getirilen kölelerin tepki olarak çıkardığı Samba’yı  kendi marifeti olarak sunmakta sakınca görmediği gibi, milli bir gurur olarak göğsünü kabartmıştır. İçinde yaşadığın koşul ne olursa olsun ruhunun karşı koyamadığı ritmi ne kadar özgür bırakırsan o kadar yaşadığını hissedersin aslında. Dünya’da başına gelebilecek en iyi şeydir kendini kaybedercesine dönmek etrafında.

Gözünü yerden kaldırıp hoşlandığın insana baktığında, heyecandan duracak gibi olan kalbine umut ışığı yakan, mekanın hoperlörlerinden dizlerine çarpan o slov müziğin başlangıcıdır. Kimsenin itiraz etmediği saygın bir yakınlık için bütün gece beklenen yavaş müzik, iki bedenin kalplerinin birbirine en yakın halinde sallansın diye vardır. Oğlan kızın beline sarılıp kız da oğlanın omzuna koydumu elini, kıyamet kopsa zebaniyi dinlemeyecek halde dolanırlar dans pistinde. Sarılmanın şehvetinden haberdar bedenler, ışıktan hızlı turu tamamlarlar Dünya’nın etrafında.

Vücudunuzun parçalarını birazdan sizden ayrılacakmışçasına sallamanız veya her notada ayrı figür sergilemeniz önemli değil. Sevgilinizin boynuna sarılıp hacıyatmaz gibi devrilip kalkmanız da sorun değil, adımlarınızı sayıp tam ritme göre sekil almanız da. Anlatacak bir derdiniz veya Dünya’ya soracak bir hesabınız varsa, mutlu olmak için, öfkenizi vurmak için ifade etmek için, ruhunuzun özgürlüğü için, kalkın ve dans edin.     


46 Magazin