BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS »

6 Aralık 2012 Perşembe

Dans Filmleri...





MUTLU AYAKLAR
           

İlk dansımı, annemin halası tarafından kuzen çocuğunun düğününde bir kızla, ikimizin de eli omzumuzda etmiştim, sene 1992. O zaman Chuck Bess yok, birkaç asırdır yaşadığına inanılan John Travolta var. Ha bir de dansının  “kirli” olup olmadığının tartışılmasının bitmediği Patrick Swayze, hayran hayran kıvrımlı hareketlerini seyredebileceğin. “Dirty Dancing” filminin üzerinden sadece 5 sene geçmiş ve o zamanlar pürüzsüz bacaklar için bu kadar epilasyon reklamın olmadığı dönemlerde kadınlar,  uçuşan Jennifer Grey eteklerinden giyemiyorlar diye hasetteler.  Kliplerin esinleneceği esaslı dans filmlerinin ve müzikallerinin pür-i pak hallerinin yeni çekildiği dönemler yani.

John Travolta demişken, daha 1977 yılından hafif bir kırgınlığım var ona. Benim kahramanım, canım babam bile “Saturday Night Fever” tarzı pantolonlardan almış, annemi tavana atıp kah tutuyor kah tutamıyordu.  Filmlerin hayatı etkilediği hepimizin kabulü, gel gör ki, John Travolta’nın erişilemez kıvraklığı, estetik figürleri, karşındaki kadının kollarında eriyip dans pistine akmasıyla yarışılmayacağını da gönül rahatlığıyla kabul etmeliydi emekli babam. Bugüne kadar sergilenen dans figürlerinin %86.45’ nin bu filmden alındığını hepimiz biliriz. Biliriz de kendi esnekliğimize bakmadan fütursuzca göbeklerimizi titreterek gireriz bu ahenge.
Sevgi trenine dönmeden biten hiçbir gecemiz yokken dans pistlerinde, 50’liler ve60’lara gerekli özeni ve sevgiyi vermediğimiz için lanetlendiğimizi düşünüyorum. Çünkü hem 1952’de çekilen “Singing In the Rain” hem de 1961’de vizyona giren “West Side Story” o dönemin genç kızlarına geçilen açık seçik bir iltimastır. Bir erkeğin elektrik direğine tırmanmış halinin de çok seksi olabileceğinin de kanıtıydı Gene Kelly. Atomun parçalanması bile daha kolay geliyordu bana, ayakkabıların altındaki tahta bölümün çıkardığı sesin ahenkli bir dans müziğine dönüşmesinden. Bütün yakışıklılığıyla ayaklarını yere vura vura konuşması o zamanın kadınlarındaki topuklu ayakkabı sevdasını körüklemedi mi sizce? “West Side Story” de iki farklı kutbun arasındaki kan davasının bile dansla anlatılmasını hop diye Dünya barışına bağlardım ama gerek yok! Oradaki dost- düşman herkesin ortak ettiği dans sahneleri hepimize yeter bence, mesajı almaya niyetimiz varsa.
Sinemayla dansı buluşturan akıllı beyinler, erkekler için en etkileyici kozunu ise 1983’de Jennifer Beals ile kullanmıştı. “Flashdance” azmettirici hikayesiyle kadınları, oturdukları yerden sadece pazartesi diyeti gibi tek günlüğüne kaldırsa da, erkekler için unutulmaz sahnelere sahiptir. Kaynakçı olarak çalıştığı fabrikada sivrilen asi kızımız, her hallerinden iyi aile terbiyesi aldığı belli olan balerin grubunun arasından sıyrılıp hırçın dansını yapmaya başlıyor ve tabi ki akademideki tüm erkek jüriler teker teker mest olurken, para kazanmak için çıktığı gece kulübündeki ıslak şovuyla şehrin geri kalanındaki erkekleri hipnotize ediyor.

Flashdance’in bir tık öncesinde, çok daha büyük kitleleri hipnotize eden başka bir film daha vardı. Deri ceketli, saçları jöleyle arkaya doğru taranmış, ve o bütün karizma içinde beyaz çorabın bile bazen göz ardı edilebildiği jilet gibi çocuklar bir tarafta, kabarık etekleri asla sağa sola takılmayan, maksimum 36 beden, havada 3lü salto attıktan sonra bile saçı başı dağılmayan kuğu gibi kızlar bir tarafta desem? Evet Grease’den bahsediyorum.  1978 yılında moda ve müzik adına yapılan ne varsa yıkıp geçen, müzikleri ve karakterleriyle henüz kendisine rakip bulunamamış çok renkli müzikal. Öyle ki filmdeki dans sahnelerinin etkisi ile yurdum insanın dans pistinde kadınları havaya atıp tutması olsun, döndürüp yatırıp kaldırması olsun , rock N roll hareketlerinin seriliği ile hafif, orta, ve ağır yaralı gecelerin müsebbibidir. Kendinden menkul beyaz çorabına kılıf bulan erkeklerimizin tek umudu da acilde yatan zevcelerinin sedyede elini tutmak ile suya düşmüştür çoğu buluşmada.

Grease efsanesinden 2 yıl sonra, beni dansçı olmanın ilk kuralının tozluk takmak olduğuna inandıran ama müziğiyle en umutsuz vakayı bile dans ettiren diğer bir film ise tabi ki şöhret meraklıları için geliyor: “Fame”.  Obeziten bi alt kategori olan biz fanileri çatlamak için her şeye sahip olan, güzel sanatlar fakültesi öğrencilerinin 4 yıllık eğitim hayatlarında yaşadıkları sıkıntıları, sevinçleri ve birbirinden kıvrak figürlerle dolu müzikal, o zamanın izleyicilerinin çok ilgisini çekmese de yıllar içinde kült filmler kategorisine sinsi bir geçiş yapmıştır.

Peki,  birbirinden sinsi ve bir o kadar da güzel kadınların bir araya gelip de, revü dansını en hiddetlisinden ortaya sermeleri etkilemedi mi biz sanat düşkünlerini! Kimse itiraz etmesin! Sosyo  - ekonomik düzeyiniz hiç fark etmez, ortak bir yabancı dilden cümlemiz varsa o da “Voulez vous coucher avec moi ce soir?” dir. Telafuzu iyi olmayanlar için “Vu le vu kuşe avek mua sesua?” Bunu sadece tek bir film yaptırabildi, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan “o” günlerde! Moulin Rouge denince birbirinden estetik dans hareketlerinden önce bu cevap gelir, çat diye. O muntazam bacaklarını kafalarının yanına kadar hiç zorlanmadan çıkaran revü kızlarının etkisi sadece filmin gişe başarıyla değil senelerce konuşulacak sohbetlere dahil olacaktır. Çünkü perde de gördüğümüz sadece düzgün vücutlar değil estetik kaygısı çok yüksek bir dans kokteylidir. Bu öyle bir kokteyl ki seneler sonra Chicago’ya emsal teşkil edip dünyanın en güzel kadınlarını tekrar revü sahnesine korkusuzca itmiştir.

Yıllar acımasızca 90’ları delip geçtiğinde dansa olan tutku azalmış gibi görünse de, albümlerdeki başarısını sinema perdesine yansıtmak isteyen Jennifer Lopez, tüm orta yaş ve genç kızlıktan hafif uzaklaşmış kadınların hayranı olduğu Richard Gere ile oynadığı “Shall We Dance” filmiyle dansa küsmüş kanımızı yeniden kaynatmak peşindeydi. Dansçılıktan geldiğini üzerine basa basa anlatan Jennifer Lopez’in o dönemdeki hit şarkısı “I’m Glad” e çektiği klibi de “Flashdance” e ithaf etmiş ve en az film kadar başarılı bir klibe imza atmıştır.

Bu kadar film ve güzel müziğin ardından, bunun zehrini bir kere aldıktan sonra sürekli hale getirmeyi boynunun borcu bilen bir ekip, 2009’dan beri canla başla müzikal sınıfını tekrar canlandırmak için çalışıyor. Glee heyecanını yansıtmanın en iyi yolunun gerçek müzikal oyuncularından seçmek olduğunu düşünmüş olacak ki yapımcısı Ryan Murphy, 3 ayını Broadway’de geçirip tek tek kadrosunu oluşturmaya başladığında, “Hairspray” müzikalinin başrol oyuncusu “Matthew Morrison” ile puzzle’ın eksik parçası tamamlayıp, kanların deli akışını başlattı.

Sanmayın ki bu dünyanın derdi sadece vücut ateşini bastıran disko dansları, ruhunuzun derinliklerine parmak uçlarıyla girebilecek zarafette bir kuğuya gönlümüzü kaptırdık 2010’da. “Black Swan” Natalie Portman’da vücut buldu, o görkemli sahneler küçük kaldı, küçücük kızın ayaklarının altında. Ben bütün servetimi başrolün zaten balerin olduğuna yatırabilirim bahiste, bu kadar yetenek bir oyuncu için bile fazla çünkü. Eşlerinin zoruyla baleye giden erkekler için yeni bir heves yeni bir istek kazandıran “Black Swan”, unutulmuş dansların yeniden gün yüzü görmeleri için bir fırsat olmuştur.

Kuğudan aldığın hazla taytını giyip baleye mi yeltenirsin, yoksa sevişmek üzereyken vazgeçip dansa başlayan tangocuların arasına mı atarsın kendini, ya da sevgilinin kollarında kare çizerek valsle mi dönersin salonu baştan sona, yoksa diskoların en çılgın figürleri internete mi düşer senin sayfanda bilmem. Bir şey biliyorum ki, bugün  bir penguen bile dans ettiği zaman mutluysa, dans etmezsen ruhun ölür, bedenin çalışsa da.




 46 Magazin


0 yorum: