Hayran
olmanın belirli kriterli yazılsaydı, Rahibe Teresa’ dan önce listeye girecek
pek çok hatırı sayılır kötü, üst sıralar için çetin bir mücadele veriyor
olacaktı. Özellikle sinemadaki kötü karakterlere olan düşkünlük, çoğu
hayırseveri kıskandıracak ölçüde. Bizi bu cani, sapık, insafsız adamlara çeken
nedir tam olarak bilmiyorum. İçimizde barındırdığımız ve çoğumuzun cesaret
edemediği zalimlikleri görsel bir şova dönüştüren karakterler, hikayeler
yazılmaya devam ettikçe o dünya iyisi başroller ikinci plana atılmaya mahkum
olacaklar. Peri masallarına ait iyilikteki insanların yeteri kadar karizmatik
olmaması onların suçu değil ama bizi bize anlatacaklarsa eğer, gerçekler
Pollyanna’ ya ağır gelir, kusura bakmasın. Şehrin yarısını keklik avlar gibi
avlamış seri katillere gelen hayran mektuplarının çoğu pop starı depresyona
sokacak boyutta olmasının bir nedeni var.
Bir adam
düşünün, bugüne kadar gördüğünüz tüm kötü insanlardan daha kötü, koca bir şehri
suç mahalline çevirmiş, eylemlerinde özgün ve ne yaparsa yapsın her geçen gün
hayranları artıyor. Suç camiasının en sevimlisi ve en çok sevileni diyebiliriz.
Bugün pek çok internet kullanıcısının mottosu haline gelen “ne bu ciddiyet
balım, gülüp eğlenmek varken” manasında kullandığı “why so serious?” cümlesiyle
gönlümüze taht kuran zalim Joker
tabi ki. En az Batman kadar seveni
olan Joker, palyaçodan özenilmiş
makyajıyla asitle erimiş yüzüne gülümsemesini sabitlemiş bir manyak. Normal
şartlarda sokakta görsen arkadan bakmadan kaçacağın adamın bu kadar ilgi
görmesini büyük ihtimalle senarist de beklemiyordu.
Karizması
kendinden menkul, ajanların en kötüsü en pisliği kim desek, “everyone!”
sahnesiyle 1994’ten beri konuşulan Leon’un
Norman Stansfield’i ilk akla gelen
isim olur. Küçük Mathilda’ yı bir türlü rahat bırakmayan DEA ajanı Norman, hap
aldığı anda boynunu geri atıp çenesini oynatarak içindeki canavarı gün yüzüne
çıkarmakta bir sakınca görmüyor. Psikopat kelimesinin hakkını veren ajana can
veren muhteşem Gery Oldman’ın en
popüler karakteri olması hiç de şaşırtıcı değil.
İki
yüzlülere ne kadar alışığız peki? Tasvip etmediği hayatları yakınında
barındırmak istemeyenlerle dolu değil mi etrafımız? Üstelik o tasvip etmediği
hayatlara yaklaşma fırsatı bulduğunda da hiç zaman kaybetmeden tam ortasına
atlayanların iki yüzlü tavrından midemiz bir türlü yerine oturamıyor. 2010
yapımı “The Killer Inside Me”
filminde fahişeleri kasabasında barındırmak istemeyen sado- mazo sevdalısı Şerif Lou, kovmak amacıyla evine
gittiği fahişenin cazibesine kapılıp onunla birlikte oluyor. Fakat gel gelelim
bu tahammülsüz şerifin sevdiği tek şey cinsel fanteziler değil aynı zamanda
kadınları döverek öldürme konusunda oldukça isteklidir. Filmin izlerken çoğu
yerde, adama yapmak istediğiniz pek çok işkencenin adamınkilerden daha kötü
olduğunu fark edebilirsiniz.
Bir film
izlemeyle çocukluğunuz zehir, uykularınız haram olur mu diye sorsalar
saçmalamayın lütfen derdim. Hepsi ve daha fazlası için tek bir film yeter de
artar bile. 1988 yılında adının masumluğunu hiç de hak etmeyen Child’s Play girdi hayatımıza. O lanet gelesice Chucky
pek çok çocuğun odasındaki bebeklerin parçalanarak çöpe gönderilmesine neden
oldu. Çocuğunuza aldığınız bir oyuncağın en fazla boğazına kaçarak çocuğa zarar
verebileceğini düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz demektir. Paranla rezil olmak
da değil bu. Kiralık katil tutsan kendini öldürtmek için en azından stressiz
olur. Sevimsiz olduğu kadar canileşen bebek Chucky başkasının ruhunun etkisi
altında olabilir ama bu bundan sonra evde herhangi bir bebek barındıracağım
anlamına gelmiyor. Güvenmiyorum.
Kötülük her
zaman içten yüze yansıyan bir şey değildir. Görüntü fena halde yanıltıcı
olabilir. Üstelik bu bir kadınsa. Zeki, kurnaz, cinayet romanları yazan bir
kadınla karşılaşırsanız her zamankinden daha temkinli olma zamanıdır
diyebiliriz. 1992 yılında çekilen Temel
İçgüdü’de herkesin aklını başından alan Catherine Tramell, dedektifin de hormonlarıyla oynayıp tüm şüpheleri Nick Curran’ın eski sevgilisinin üzerine çekmeyi başarır. Muhteşem beyaz
elbisesiyle kedinin fareyle oynadığı gibi dedektifle oynayan Sharon Stone,
ünlüler kaldırımından önce buz kıracağına ismi verilecek hale gelmiştir.
Eğer
sinemadaki kötü karakterlerden bahsediyorsak saygı duruşunu hak eden kötülerin
kötüsü, karanlık tarafın cumhurbaşkanı Darth
Vader’ı anmadan geçemeyiz. Nüfus kaydı Anakin Skywalker olan eski Jedi yeni
Sith lordu, karanlık tarafa geçişinden itibaren gücün kötü tarafının en asil
temsilcisidir. Çıkarları uğruna babasını bile tanımaz deyimini haksız
çıkarmamış kendi oğluna karşı savaşmaktan geri kalmamıştır. Sadece yüzünüze
dönüp nefes alsa tüm mal varlığınızı ve hatta canınızı varlığına armağan
edeceğiniz lord kuşkusuz ki kötülük camiasının en karizmatik üyesi.
Kötülüğün
ödülü olur mu diye sorsak çoğu insan deliymişiz gibi bakar bize. Konu sinemaysa
durum farklı tabi. Amerikan Film Enstütüsü’nün hazırladığı AFI's 100 Years…100 Heroes and Villains listesinde sinemanın
en kötü karakterleri alt alta yazıldığında birinci sıraya oturmaya layık tek
bir isimde karar kıldılar. Sir Anthony
Hopkins’in canlandırdığı Hannibal
Lecter, zeki bir psikiyatrist, kanibalist ve seri katil olarak bu ödülü
fazlasıyla hak ettiğini göstermiştir. Öldürmenin yeterli zevki vermediğine
inananlardansanız bir de özenle hazırladığınız parçaları tatmayı deneyebilirsiniz.
Lütfen bu deneyiminizi bizimle paylaşmayın. Etin yanında şarap tüketimine
destek verdiğini fakat etten pek anlamadığını rahatça söyleyebiliriz.
Tüm bu kötü adamların sadece sinema perdesinde kalmasını
dilesek çok mu saflık etmiş oluruz?
46 Magazine
46 Magazine
0 yorum:
Yorum Gönder